Sanırım fark etmeden bi şekilde bu yılın en iyi dizisini buldum diyebiliriz. Ben de beklemiyordum böyle bir dizi izlemeyi aslında. Hatta ‘Bu aralar sıkışığım, 12 bölümlük dizi izleyeyim de çabuk bitsin’ mantığıyla başlamıştım. Şahane bi sürpriz oldu bana.
Hwang Hee Tae, despot babasının zoruyla görücü usulü bir görüşmeye gider. Karşısında paraya ihtiyaç duyduğu için arkadaşının yerine bu görüşmeye gelen Kim Myung Hee vardır. Myung Hee kimliğini saklayarak arkadaşı gibi davranırken bu evliliği yokuşa sürmek için elinden gelen her şeyi yapar. Ama Hee Tae kızın gerçek yüzünü görmüş ve beklentilerinden çok farklı bişeyle karşılaşmıştır. Devlet ve komünistlerin karşı karşıya bir çatışma içinde olduğu bu zorlu dönemlerde bu ikili imkansız bir aşkı sürdürmeye çalışır.
Kim Myung Hee rolünde Go Min Si’yi izledik. Şaşkınım açıkçası. Pek çok yerde yan rol olarak izlemiş olsam da burdaki performansı beni şok etti. Çok beğendim. Şive kullanışı, doğal oyunculuğu, duru güzelliği… Her haliyle bayıldım.
Karaktere edecek lafım yok zaten. Yaşadıkları, yaşadıklarına
rağmen hayata karşı duruşu, çırpınması, tırnaklarıyla kazıması… Ve her şeyi
arkasında bırakıp, her şey için ve her şeye rağmen aşkının peşinden gidip dimdik
durması… Beni çok etkiledi. Çok sevdim. Uzun zamandır en çok etkilendiğim kadın
karakterlerden birisiydi.
Hwang Hee Tae rolünde ise Lee Do Hyun’u izledik. Aynı şaşkınlığı
burda da yaşadım diyebilirim. İyi bir oyuncu olduğunun farkındaydım ama burda
gerçekten inanamadım. Yüzü gülerken içinin kan ağlaması durumunu gözleriyle
birebir aktardı bize. Gülümsemesi, aşkla bakan gözleri, ağlaması, haykırması,
isyanları… Her hali aşırı gerçekti ve kalbime oturdu. Yeni nesil takip edeceğim
oyuncuların arasına birisi daha girdi diyebilirim hayranlıkla izledim. Çok popüler
dizisi 18 Again’i izlememiştim ama sanırım bir şans vermenin vakti geldi. Aynı şekilde
yeni çıkacak dizisi Melancholia’yı da izleyeceğim mutlaka.
Hee Tae ise yazmak için ‘nasıl bi adamdı ya’ diye düşündüğümde bile kalbimi acıtan bi karakterdi. Kızı üzmemek için devamlı olarak yüzüne oturttuğu o sahte gülümseme ama arkadan kendi kendine üzülmesi, endişe etmesi, onu korumak için elinden geleni yapması beni çok etkiledi. ‘Şimdi böyle aşklar yok’ dememizin somut örneklerden birisiydi sanki. Çok sevdim, çok parçaladı kalbimi bu adam.
Seversin, kavuşamazsın adı aşk olur diye boşuna dememiş
Veysel… Ben de boşuna demiyorum artık aşk diye bişey yok diye. O dönemde, o zorlukların
ve imkansızlıkların içinde, her şeye rağmen ve her şeye göğüs gererek inatla
bağlanırsan aşk oluyor işte. Çok aşk vardı… Masum ve çırpınan bi aşk. Şimdi okulda
tanışıp 2 cafe 2 sinemaya gidince aşkından ölüyor gibi oluyor insanlar. Sevgi olabilir
o, konfor, rahatlık, eğlence.. Ama aşk? Sanmıyorum ki öyle bişey olsun. Resmen bir
savaşın içindelerdi, herhangi birisi kaçabilir kurtulabilirdi isteseydi. Ama ikisi
de birbirlerine bağlı kalmayı, birbirleri için savaşmayı tercih etti. Sonrasında
da vicdanları sebebiyle birlikte bile olsalar gidemediler. Birlikte, elele insanlara yardım
etmeyi, insanlar için elele savaşmayı tercih ettiler. Burda bizim
anlayabileceğimizden, anlamaktan ziyade hissedebileceğimizden çok daha kutsal
duygular var sanki. Ve ben böyle duygulardan çok etkileniyorum. O kadar yabancı
ki kalabalıklar içinde yaşadığımız bu samimiyetsiz döneme bu duygular, epey bi
imreniyorum.
Dizi bana sevdiğim pek çok diziden birer parça verdi, ara
ara onları anımsattı sanki. Çatışma sahnelerinde Chicago Typewriter mesela,
romantik sahnelerde Mr. Sunshine, ara ara The classic yada Love Rain… Çok güzel
bi nostalji yaşadım izlerken.
En başta kısa olduğu için başladığım diziye, ortalarındayken
üzülmeye başladım keşke biraz daha uzun olsa diye. Ama tam tadında bırakmışlar,
uzatsalardı suyu çıkardı. Çok masum, çok
sevgi dolu, çok gerçekçi çok çok çok güzel bi diziydi. Özellikle son izlediğim
fiyaskodan sonra çok iyi geldi, ruhumu temizledi.